Anlatılmaz bi tutkuyla çalıyo kemanını. Sanki yanından geçen
metronun sesini hiç duymuyo. Fotoğraf çekenleri, kaydedenleri farkediyo belki
ama durmadan çalıyo, hiç durmadan. Sadece kendisi için çalıyo ve boğuk sesiyle
eşlik ediyo kemanına. Üzücü bi parçayla başlıyo oturarak, sonra ayağa kalkıyo
ve neşeli bi şarkı söylüyo. Kemanının hareketlerine vücudu da katılıyo. Dans ediyo.
Etrafında dünya dönüyo, zaman akıyo, hiçbişeyin önemi kalmıyo... Kemanından
yayılan müzik ve tatlı sesi beni var olduğunu bilmediğim dünyalara götürüyo. Bitmesin
istiyorum, gitmesin. Belki ömrümün geri kalanını onunla orada geçirebilirim, o
eski meydanda, eski binaların arasında; ruhu da müziği gibi güzelse, tatlı
gülümsemesi sonsuzsa... Neşesinin ve bitmeyen enerjisinin yanında duyduğum
duygularbeni hayal edebilceğimden daha fazla etkiliyo. Gözlerim ondan
ayrılmıyo. Kulaklarımda hala o tatlı gıcırtı. Ben ona bakarken o da görüyo beni.
Şarkısını bitirmiş, bana gülümsüyo. Tam göremesemde hissediyorum tebessümünü. Yüzünü
göremesemde, bi cümle konuşmamış olsak da tutuluyorum bi anda. Onu olmasını
istediğim kişi yapıyorum kafamda, benim için hala öyle. Saçlarını yukardan toplamış,
ben yanına giderken keman kabındaki bozuklukları topluyo. Herhangi biri gibi
birkaç bozukluk bırakıyorum kaba. Bianda yukarı bakıp kirli sakalının arasından
gülümsüyo tatlıca. Çok teşekkür ederim diyo. Sevincimi kelimelere
dökemediğimden bişey diyemiyorum. Gülümsüyorum heyecanla ve geri dönüyorum.
Turistler zamanla yıpranmış binalara, meydanda jonglörlük
yapan Avustralyalıya, gelip geçen tramvaylara bakarken kulağım güzel bir ses
yakaladı. Berille eriyen dondurmalarımızla boğuşuyoduk o sırada. Heryerime bulaşan
yapışkanlığı temizlemeye çalışıyodum. Sonra heyecanla gıcırdayan kemanın sesi
daha da ilgimi çekti o eski şehirde. Berili dürtüp nekadar muhteşem çaldığını
söylerken sarı saçlı çocuğun önünde durup dinledik. Çocuk neşeli şarkılardan
hüzünlülere, anlamadığım o değişik dilde hızla geçiyodu. Bazıları okadar
hızlıydı ki yerinde duramıyo, ayağa kalkıp ustalıkla kemanını kullanırken bir
yandan da ritim tutuyodu. Melankolik şarkıları boğuk sesiyle daha önce duyduğum
herhangi bi şeyden daha üzel bir hale getiriyodu. Kulaklarıma inanamıyodum
artık. Karşımdaki yetenek ve duyduğum anlamlı tını bana kendimi unutturmuş,
bambaşka dünyalara taşımıştı; var olmayan, olamayacak kadar güzel dünyalara. Ondan
biraz öteye oturduğumuzda tek yapabildiğim çocuğu izlemekti. Anın büyüsüne
kapılmış, kilitlenmiştim. Sanki asırlar öncesine gitmiş, çocuğun yarattığı sis
perdesinde kendimi kaybetmiştim. Ne kadar saçma gelsede, belki de aşık
olmuştum. O insana değilse bile, o ana olduğum belliydi. Ben onun gösterisini
izlerken o da bana bakıp gülümsüyordu. Kirli sakalının arasındaki o gülümseme
nasıl oluyosa bütün şarkııyı daha da güzelleştiriyodu. Ben de ona gülüyodum
elimde hala eriyen dondurmayla. Beril bunu farkedip bana söylediğinde rastalı
çocuk turist olduğumuzu anlamış olucak ki ingilizce bi şarkı söylemeye başlamıştı.
Orada ne kadar kaldık bilmiyorum. Belki beş dakika, belki yirmi. Zaman kavramımı
yitirmiştim. Berille keman kutusuna para atıp atmamam gerektiğini tartışırken yerimden
kalkıp bulabildiğim bütün bozuklukları kutuya bıraktım. Bian bakıp çok teşekkür
ederim dedi çocuk. Geri döndüğümde keşke konuşsaydım dedim içimden. Keşke bişey
deseydim. Keşke hayatımda duyduğum en güzel şarkıları çaldığını söyleseydim. Keşke
içimde neler yarattığını söyleseydim. O anın bitmesini hiç istemedim. Ama bir anda
çocuk durdu, kemanını yerine koydu. Eşyalarını topladı ve Amsterdam’ın
kalabalık sokaklarına karıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder