2 Ocak 2015 Cuma

En sevdiği şarkı

Rüzgar hafif dalgalarla taze çiçek kokularını taşıyordu. Kayığın sudaki yansıması akıntıyla birlikte kayıktan kaçar gibi oluyor, sonra kopup ayrılamadığı tahta parçasına daha da yaklaşıyor, suda en sevdiği şarkıya ritim tutarmışcasına bir oraya bir buraya gidip geliyordu. İskelenin önündeki ahşap kulübe ormanın çamsı kokusuna karışmış, yıllardır izlediği manzaranın yeşilin tonlarından miskin kahvelere, solgun kırmızılara dönüşünü izliyordu. 

Işığın erittiği düşler

Dağların ötesinden bir ışık süzülüyo. Dünyaya düşen bu hüzme karların son katmanını eritiyo, beyaz perdenin altında yatan küçük hayvanları derin uykularından uyandırıyo. Manzara sonsuz, gökyüzü dipsiz. Dağlar soğukkanlılığını koruyo hala. Buzlu taşlarında tehlikeli rotalar gizli. Girintileri, çıkıntıları sanki karlı yüzeylerinin geçmişini çarpıyo yüzüne. Gölgelerine hikayeler gizlemiş. Belki olacak şeyleri, belki de olmasını düşlediği. Anılar, rüzgar ve kışın sakin şarkıları.

Balıkçı

Çocuk, kazıktaki halatı nasırlı elleriyle çözüyo
Yine o nasırlı ellerle alıp tekneye koyuyo hızlıca
Tekne uyuşuk dalgalarla sallanırken arkaya gidip motoru çalıştırıyo
Yavaşça denize açılıyo ve durgun sularda balıklarla birlikte ilerliyo karadan uzaklaşana kadar

Martıların bağırışları

Bomboş sokakta çan sesine eşlik ediyo ayaklarım. Etrafımda ne bir insan ne bir ruh. Yalnızca martıların bağırışları yankılanıyo binaların pencerelerinden. Dünyanın benden haberi yok. Sokakların da. Ben geçerken gözlerini dikiyo bana binalar. Sonra unutuyolar oradaki bir anlık varlığımı. Benim bile benden haberim yok. Belki o an rüya görüyorum. Belki kollarımı açıp bıraksam uçucam İstanbuldan.

1 Ocak 2015 Perşembe

Karıncaların arasında

Herzaman daha büyük bi resmin varlığını hatırlatıyor bana güneş. Gözlerim üstünde, aramızdaki bitmez tükenmez mesafeyi düşünüyorum. O ve ben. Nekadar uzasam uzanamıyorum ona. Gözlerimi kısıyorum. Gözlerim yere odaklanıyo. Kendime geliyorum bir an. Burdayım, hayallerimden uzakta. Dünyanın çarpıcılığını ayağımın yanından geçen karınca hatırlatıyor. O kadar minik, o kadar görünmez. Gerçek mi diye soruyorum kendi kendime. Yoksa ben mi hayal ediyorum bütün bunları... Ağaçlara bakıyorum başımın üstünde sallanan. Küçük çatırtılar çıkaran dallarında kuşlar cıvıldıyor. Gökyüzüne kayıyor gözlerim. Bulutlar, hava; görebildiğimin ötesine uzanmışlar. Herşey olması gerektiği gibi. Belki varlığım kuşları rahatsız ediyor, ama oturuyorum orada. Gözlerim hala gökyüzünde, bir sonsuz maviliğe bir hışırdayan yaprakların gözlerimi uyuşturan ahengine bakıyorum. Doğa beni şaşırtıyor yine. Aynı şeyleri hissediyorum nezaman onunla yalnız kalsam. Her seferinde yeni baştan, aynı tutkuyla gözlerimi yakıyor güneş. Kirpiklerim buluşuyor, gözlerim kapanıyor. Sonra inatla açılıyorlar yeniden. Ve büyük sarı nokta bıraktığım yerde. Gözkapaklarımın arasından sızdığında eminim biyere kaçmadığından. Düşünüyorum acaba kaç kişi bu hislerle dikmiş gözlerini sana. Kendinden önce gelen sayısız ruhu düşünmüş, sonsuzluğunun gölgesinde bi karınca olmuş toprakta yolunu arayan. Böyle düşününce kendimi dünyanın bi parçası gibi hissediyorum. Evrenin, herşeyin içinde yalnız değilim belki de. Sanki onu anlamışım, o da beni anlamış. Sanki istediğimi yapabilirim o an. Ne bir engel, ne bir üzüntü.

Kar

Serin bir esintiye kapılmış, yeryüzüne ulaşmadan rüzgarın şarkısına dans eden kar tanesi, umduğunun aksine küçük bir çocuğun dilinde buldu kendini. Soğuk toprağa düşmeye o kadar hazırlamıştı ki kendini, o tatlı ağzında biterken çocuğun, küçük bir parçası aşık oldu sıcaklığına. Yok oldu kristalleri, bembeyaz dalları eriyip dağıldı. Artık bir kar tanesi değildi belki, ama daha güzel, daha özel hissetti kendini. Çocuğun boğazından akan damlalara dönüştü, bir zamanlar olduğu gibi. Zaman uçtu, çocuk büyüdü. Büyüdü, yaşadı, yaşlandı. Kar tanesi çiçek oldu. Yağmur oldu. Bulut oldu. Yaşlı adam ölürken yağmur ağladı, çiçek soldu, bulut karardı.

Siyah-beyaz

Aldatmak, kazanmak, çalmak, unutmak, üstün olmak üzerine kurulmuş bu renksiz dünya. Renksiz diyorum, diyorum ama biliyorum, imkansız. İmkansız şu dünyaya renksiz demek. Doğa, orman; yağmurun şeffaflığı bile en güzel renkleri saklamış içine. Renkli olmasına renkli dünya. İstemeyeceğin kadar renkli, heyecanlı, tehlikeli, acımasız. Ama öğrenince yollarını, takip etmesi, yeni yollar yaratması bi okadar özgürleştirici. Renksiz olan ‘o’ dünya. O birilerinin yarattığı, tanrı gördüğü kendini . O tiyatro oyunu. İçine doğduğumuz, gerçek sandığımız. Yalan dünya, düzenbaz dünya.